13-14
yaşlarındayım. 8. sınıf. Alsancak’ta, İzmir Büyük Dershane’nin deney veya
etüdünden çıkmışım. Hafta içi, bir kış öğleden sonrası. 121’in geçtiği durağa yürüyorum,
Bostanlı’ya eve dönüyorum. Dersler, sınavlar çok iyi; en iyi liselerden birine
gideceğim kesin. Bu düşünce her gün umut veriyor bana. Olduğum yerden ‘daha iyi’
bir yere gideceğim, ‘daha zeki’ insanların arasında olacağım. Sokakta yürüyüp bunları
düşünürken, Alsancak’ta işlerinden çıkmış genç insanları görünce direkt ‘yapamamışlar’
diye etiketliyorum. Çünkü başarılı olmak sadece şununla geliyor bana göre: İzmir’den
İstanbul’a en iyi okula gitmek, İstanbul’dan Amerika’ya bir diğer en iyi okula
gitmek, sonra en havalı, en çok para veren ve sadece en başarılı insanların
çalıştığı bir yerde çalışmak. Bu en-en-en zinciri o an bulunduğum yerde olamazdı,
muhakkak henüz görmediğim, bilmediğim bir yerde olmalıydı. O yüzden büyüyünce hala
İzmir’de olmak, burada çalışmak bir adım yol gidememek demekti benim için. Ve
ben buna çok uzun seneler inandım. Belki yirmilerin ortasına kadar. Bu
denklemin neresinde olduğuma bağlı olarak kendimi üzdüm veya tatmin ettim. Oysa
bu bir yargıdan ibaretti. Çocuk kafamın, derinlerde bir yerde özgüven eksikliğine
karşı geliştirdiği mükemmeliyetçiliğin vardığı ve beni kendisine inandırdığı
bir yargı. Şimdi, hayata dair her şeyin basitliği karşısında büyüleniyorum.
Basitliğin bu güzelliği, karmaşık; insanı kendine hapseden lineer bir denklemi darmadağın
ediyor. İyi ki de ediyor. Onun yerine, bana hayatı bir resim gibi gösteriyor.
Her anın bir renginin olduğu, benzer renklerin aynı olmadığı, renkler aynı olsa
bile ışığın farklı vuracağı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder