Ertelemenin
alasını yaptım. A’dan Z’ye Brüksel’i yazayım deyip iki sene aradan sonra B’ye
geçtim. Kendimi tebrik ederim gibi sarkastik sözler etmeyeceğim;
benim alışkanlığım buydu zaten. Değişmek için pek çaba da göstermemiştim birkaç
ay evveline kadar. Alışkanlıkları değiştirmenin en etkili yolu davranmak, yapmak.
Şimdi uyusam daha iyi olur, internet alışverişimi tamamlasam veya bulaşıkları
aradan çıkarsam... Bende sonu olmuyor o an yapılabilecek şeylerin. Fakat
kendimi eskisi gibi kandırmıyorum artık; biliyorum ki bu benim huyum. O yüzden huyuma selam
veriyorum ve diyorum ki ‘sen beni yazı yazmadan caydırmaya çalışıyorsun şu an’.
Öyle deyince de diğer yapılacaklar listesini kenara atabiliyor aklım. Şimdi
yazması kolay oldu ama yapması pek öyle kolay değildi. Ama işte o yüzden
değerli. (Hala kolay değil bu arada. Nitekim bu yazıyı yazmaya başladıktan ta
kaç hafta sonra bitiriyorum bilin bakalım: üç. Ama mesele varmak
değil, ilerlemek. Mükemmeliyetçi ve ertelemeci aklıma bunları söylüyorum; oturup
düşünmek yerine yola çıkmak için. Nereye varacağını bilmesen de olur, bir yere
varmasan da olur. Mesela bu yazı yine bitmeyebilir, ama önemli değil. Önemli
değil Melis. Daha doğrusu, önemli olan o değil.)
Neslican Tay’ın
hayatını kaybettiğini okudum. (Okumuştum.) Birilerinin bir şeyleri çok ama çok
istemesi ve sonra alamaması içimi eziyor. Bu kadar çok yaşamak isteyip de
hayatını kaybetmesi genç bir insanın... Yataktaydım, küçülüp top oldum okuyunca.
Bir şey adına utandım, ne bilmiyorum. Kendimi sakladım. Varlığından mı utanıyor
insan o an, kim bilir. Kötüye gittiğinin farkında idiyse ne kadar üzüldüğü veya
ölmüş olduğunu bu dünyadaki varlığıyla bilse ne kadar üzüleceği. Can denilen
şeyin paylaşılamaması, bedeni elvermiyorsa gidivermesi insanın. Sonra daha elle
tutulur bir şeyden utandım ve o yüzden kalkıp yazmaya başladım: nezle olmak
yazı yazmaya engel değil, neden sonra onun da huyumun ortaya sürdüğü bir bahane olduğunu fark ettim.
Brüksel’de arkadaşlıklar
diye başladıktan sonra B harfinde buhrandan bahsedeceğimi tahmin edemezdim. İlk
planlarken (tabii, tabii planlayalım; ‘b’ harfiyle başlayan her şeyi düşünelim
ama oturup bir ‘b’ harfini yazmayalım) bira aklıma gelmişti ama klişeleri
yazmak gibi bir niyetim yoktu. Sonra Brüksel’deki bankların fotoğraflarını
çekip hikayesi var gibi görünenlerden bahsetmeye karar vermiştim ama bahaneler
izin vermedi, Brüksel’deki bahaneler.
2018 yazında hem
iş hem özel hayatımda kendimi çok strese soktum. Sosyal hayatımı epey boşladım.
Bunun farkında olduğum sürece, iç huzurum ve akıl sağlığımı koruyabileceğime
emindim. İnsanın aklı her şeyi kontrol edebileceğini sanıyor, bundan emin bile
oluyor. Fakat öyle olmuyormuş. Hayatın üç önemli alanındaki (sosyal, iş, özel) dengeyi
her daim korumak gerektiğini etkili ve zor bir yoldan öğrendim: kaygı
bozukluğu. Anksiyete bozukluğu. Obsesyonlar, ruminasyonlar. Kendini kazımak
gibi bir şey bu... Bunun altında ne var, neden şimdi böyle düşündüm, bunu neden
yaptım, yoksa şunu da yapar mıyım, ben aslında böyle bir insan mıyım... İnsan aynı
şeyi çok fazla düşünürse ne olduğunu görmüş oldum. “Böyle bir şey bana olabilir
mi yahu? Korkulacak bir şey olmadığını biliyorum ama neden her şey beni korkutuyor?
Neden delirmekten korkuyorum? Yahu delirmek de nerden çıktı? Delirmekten bu
kadar korkarsam, işte tam da bu yüzden delirirsem?” Beynime korku tüneli inşa
edip kendi kendime oynadım. Eğlenmedim ama çok şey öğrendim.
Dün, Dünya Ruh
Sağlığı Günüydü. Ben son bir yılda çok büyüdüm, kendi tarihimde bir çağ bitti.
Değiştim. Kendimi tanıdım. Yıllar evvel yine buraya yazmışım: “mutsuzlukların
sana seni tanıtır aslında”. Aşka düştüğüm bir dönem öyle demişim ama aslı, korkuların
sana seni tanıtır olacak. Ne komik, on beş yaşındayken ‘olduğumu’ zannediyordum:
“ben kendimi biliyorum ya, ben buyum işte. Tanıyorum ben kendimi, hayatta ne
yapacağımı, aşağı yukarı neler olabileceğini kestiriyorum. Şu an ne
hissediyorsam da hep öyle hissedeceğim.” Büyüklerin dediği ne oluyor oluyor
çıkıyor. Büyükler deyince de bir garip oldu. Çünkü şimdi ben de o büyüklerden
biriyim, kendi çocukluğuma ihanet etmiş gibi hissediyorum ama gerçek olan bu.
Hayat, bu şakayı yeterince yaşamış olan hepimize yapıyor.
Yeterince yaşamış
olan hepimiz, dedim... Büyümek, yaş almak, yaşlanmak... Bunlar, getirdikleriyle
de götürdükleriyle de çok güzel şeyler. Bu yaz, yengemin yirmi yedi yaşındaki yeğeni
kalp krizinden hayatını kaybetti. Derin. Hala konduramıyorum, ölüm gence, bir
de aileden bir gence dokununca akıl tam kabul etmiyor hiçbir zaman. Küçükken
yengeme (Sinem) hayrandım, Sinem her şeyin ‘en’iydi; Sinem gibi olunacaktı,
Sinem gibi yapılacaktı. Benden üç yaş küçük yeğenine (Derin) de özenirdim,
Sinem’e benden daha yakın olduğu ve hep daha yakın olacağı için. Derin öldüğü gün bu düşünceler aklımdan
geçiyordu. Evde onlarca insan, koşturmaca varken. Türkiye’ye
bir haftalığına bayram tatiline gelmiştim, ne biçim denk gelmişti. Bir ara annemin sesini duydum, bir grup insanın toplanmış olduğu çalışma masasının
oraya çağırıyordu: “Melis sen bir kontrol et bakalım anlam düşüklüğü oluyor mu.”
Ne? Vefat ilanının dil bilgisi kurallarına uygun olup olmadığını kontrol etmemi
istiyorlar... Hayat bir şaka. Yaklaşık yirmi sene önce, Derin’in odasında Spice
Girls konseri izlediğimiz, bir yandan Barbie oynadığımız geceye gittim; nereden
bilebilirdim Derin’in ölüm ilanının Türkçesini kontrol edeceğimi... Bundan daha
saçma bir şey olamazdı. İnsanın şu çaresizliği yok mu.
Bir ölümden sonra
farkındalık kazanmak işten değil elbette, ister istemez oluyor. Ama asıl, kaygı öğretti
bunu bana. Basit dilekler diledim: bir şey düşünmeden yemek yiyeyim ne olur, aklım
bir şeye takılı olmadan film izleyeyim, yürüyeyim... Kaygı ve korkularımı yönetebilmeye
başladığımda, anda olduğum her ana şükrettim. Daha önce hiç bu farkındalıkla yapmamıştım
bunu. Daha önce, öyle bir mutluluk ve heyecan da hissetmemiştim. Yeniden
doğmak, bir şeylerin elinden kendini geri almak gibi; kendine kavuşmak bir nevi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder