12 Ekim 2019 Cumartesi

Brüksel'de buhran


Ertelemenin alasını yaptım. A’dan Z’ye Brüksel’i yazayım deyip iki sene aradan sonra B’ye geçtim. Kendimi tebrik ederim gibi sarkastik sözler etmeyeceğim; benim alışkanlığım buydu zaten. Değişmek için pek çaba da göstermemiştim birkaç ay evveline kadar. Alışkanlıkları değiştirmenin en etkili yolu davranmak, yapmak. Şimdi uyusam daha iyi olur, internet alışverişimi tamamlasam veya bulaşıkları aradan çıkarsam... Bende sonu olmuyor o an yapılabilecek şeylerin. Fakat kendimi eskisi gibi kandırmıyorum artık; biliyorum ki bu benim huyum. O yüzden huyuma selam veriyorum ve diyorum ki ‘sen beni yazı yazmadan caydırmaya çalışıyorsun şu an’. Öyle deyince de diğer yapılacaklar listesini kenara atabiliyor aklım. Şimdi yazması kolay oldu ama yapması pek öyle kolay değildi. Ama işte o yüzden değerli. (Hala kolay değil bu arada. Nitekim bu yazıyı yazmaya başladıktan ta kaç hafta sonra bitiriyorum bilin bakalım: üç. Ama mesele varmak değil, ilerlemek. Mükemmeliyetçi ve ertelemeci aklıma bunları söylüyorum; oturup düşünmek yerine yola çıkmak için. Nereye varacağını bilmesen de olur, bir yere varmasan da olur. Mesela bu yazı yine bitmeyebilir, ama önemli değil. Önemli değil Melis. Daha doğrusu, önemli olan o değil.)

Neslican Tay’ın hayatını kaybettiğini okudum. (Okumuştum.) Birilerinin bir şeyleri çok ama çok istemesi ve sonra alamaması içimi eziyor. Bu kadar çok yaşamak isteyip de hayatını kaybetmesi genç bir insanın... Yataktaydım, küçülüp top oldum okuyunca. Bir şey adına utandım, ne bilmiyorum. Kendimi sakladım. Varlığından mı utanıyor insan o an, kim bilir. Kötüye gittiğinin farkında idiyse ne kadar üzüldüğü veya ölmüş olduğunu bu dünyadaki varlığıyla bilse ne kadar üzüleceği. Can denilen şeyin paylaşılamaması, bedeni elvermiyorsa gidivermesi insanın. Sonra daha elle tutulur bir şeyden utandım ve o yüzden kalkıp yazmaya başladım: nezle olmak yazı yazmaya engel değil, neden sonra onun da huyumun ortaya sürdüğü bir bahane olduğunu fark ettim.

Brüksel’de arkadaşlıklar diye başladıktan sonra B harfinde buhrandan bahsedeceğimi tahmin edemezdim. İlk planlarken (tabii, tabii planlayalım; ‘b’ harfiyle başlayan her şeyi düşünelim ama oturup bir ‘b’ harfini yazmayalım) bira aklıma gelmişti ama klişeleri yazmak gibi bir niyetim yoktu. Sonra Brüksel’deki bankların fotoğraflarını çekip hikayesi var gibi görünenlerden bahsetmeye karar vermiştim ama bahaneler izin vermedi, Brüksel’deki bahaneler.

2018 yazında hem iş hem özel hayatımda kendimi çok strese soktum. Sosyal hayatımı epey boşladım. Bunun farkında olduğum sürece, iç huzurum ve akıl sağlığımı koruyabileceğime emindim. İnsanın aklı her şeyi kontrol edebileceğini sanıyor, bundan emin bile oluyor. Fakat öyle olmuyormuş. Hayatın üç önemli alanındaki (sosyal, iş, özel) dengeyi her daim korumak gerektiğini etkili ve zor bir yoldan öğrendim: kaygı bozukluğu. Anksiyete bozukluğu. Obsesyonlar, ruminasyonlar. Kendini kazımak gibi bir şey bu... Bunun altında ne var, neden şimdi böyle düşündüm, bunu neden yaptım, yoksa şunu da yapar mıyım, ben aslında böyle bir insan mıyım... İnsan aynı şeyi çok fazla düşünürse ne olduğunu görmüş oldum. “Böyle bir şey bana olabilir mi yahu? Korkulacak bir şey olmadığını biliyorum ama neden her şey beni korkutuyor? Neden delirmekten korkuyorum? Yahu delirmek de nerden çıktı? Delirmekten bu kadar korkarsam, işte tam da bu yüzden delirirsem?” Beynime korku tüneli inşa edip kendi kendime oynadım. Eğlenmedim ama çok şey öğrendim.

Dün, Dünya Ruh Sağlığı Günüydü. Ben son bir yılda çok büyüdüm, kendi tarihimde bir çağ bitti. Değiştim. Kendimi tanıdım. Yıllar evvel yine buraya yazmışım: “mutsuzlukların sana seni tanıtır aslında”. Aşka düştüğüm bir dönem öyle demişim ama aslı, korkuların sana seni tanıtır olacak. Ne komik, on beş yaşındayken ‘olduğumu’ zannediyordum: “ben kendimi biliyorum ya, ben buyum işte. Tanıyorum ben kendimi, hayatta ne yapacağımı, aşağı yukarı neler olabileceğini kestiriyorum. Şu an ne hissediyorsam da hep öyle hissedeceğim.” Büyüklerin dediği ne oluyor oluyor çıkıyor. Büyükler deyince de bir garip oldu. Çünkü şimdi ben de o büyüklerden biriyim, kendi çocukluğuma ihanet etmiş gibi hissediyorum ama gerçek olan bu. Hayat, bu şakayı yeterince yaşamış olan hepimize yapıyor.

Yeterince yaşamış olan hepimiz, dedim... Büyümek, yaş almak, yaşlanmak... Bunlar, getirdikleriyle de götürdükleriyle de çok güzel şeyler. Bu yaz, yengemin yirmi yedi yaşındaki yeğeni kalp krizinden hayatını kaybetti. Derin. Hala konduramıyorum, ölüm gence, bir de aileden bir gence dokununca akıl tam kabul etmiyor hiçbir zaman. Küçükken yengeme (Sinem) hayrandım, Sinem her şeyin ‘en’iydi; Sinem gibi olunacaktı, Sinem gibi yapılacaktı. Benden üç yaş küçük yeğenine (Derin) de özenirdim, Sinem’e benden daha yakın olduğu ve hep daha yakın olacağı için. Derin öldüğü gün bu düşünceler aklımdan geçiyordu. Evde onlarca insan, koşturmaca varken. Türkiye’ye bir haftalığına bayram tatiline gelmiştim, ne biçim denk gelmişti. Bir ara annemin sesini duydum, bir grup insanın toplanmış olduğu çalışma masasının oraya çağırıyordu: “Melis sen bir kontrol et bakalım anlam düşüklüğü oluyor mu.” Ne? Vefat ilanının dil bilgisi kurallarına uygun olup olmadığını kontrol etmemi istiyorlar... Hayat bir şaka. Yaklaşık yirmi sene önce, Derin’in odasında Spice Girls konseri izlediğimiz, bir yandan Barbie oynadığımız geceye gittim; nereden bilebilirdim Derin’in ölüm ilanının Türkçesini kontrol edeceğimi... Bundan daha saçma bir şey olamazdı. İnsanın şu çaresizliği yok mu.

Bir ölümden sonra farkındalık kazanmak işten değil elbette, ister istemez oluyor. Ama asıl, kaygı öğretti bunu bana. Basit dilekler diledim: bir şey düşünmeden yemek yiyeyim ne olur, aklım bir şeye takılı olmadan film izleyeyim, yürüyeyim... Kaygı ve korkularımı yönetebilmeye başladığımda, anda olduğum her ana şükrettim. Daha önce hiç bu farkındalıkla yapmamıştım bunu. Daha önce, öyle bir mutluluk ve heyecan da hissetmemiştim. Yeniden doğmak, bir şeylerin elinden kendini geri almak gibi; kendine kavuşmak bir nevi.




Hiç yorum yok: