30 Ağustos 2014 Cumartesi

Gün 4

Günaydın. Günaydın da, kim Porta Nuova'ya yürüyecek şimdi sabahın yedi buçuğunda? Ucunda Nice de olsa tüm Via Roma'yı baştan kim yürüyecek? Ya neyse, hadi kalk Nisan!

Çantalarımız hazır, yağmur da sokakta bizi bekliyormuş. Uykumuz var ama Via Roma bizim yerimize uyuyor, eyvallah diyoruz gözleri kapalı dükkanlara. Ve saat sekizde istasyondayız. Ah "binario" kelimesi, "linea gialla" sesi... Sesleri öpmek mümkün mü, belki bir gün?

Tren kalabalık. Regionale... Ventimiglia'ya hareket ediyoruz. Yalnız, bir kadın var ki susmuyor, dedikodu kendini aşıyor: tortura d'italiana. Ağzına patlatacaksın. Kafamı üç yüz altmış derecede de yatırmayı deniyorum, olmuyor, rahatsızım. Acılar içinde uyukluyorum, Nisan pek rahat görünüyor ara ara, kıskanıyorum. İsimlerini hiç duymadığım istasyonlardan geçiyoruz. Ne çok hayat var dünya üzerinde. Birbiriyle bağlı bir de bunlar, bir şekilde... Tüm bu apartmanların içinde geçen hayatları düşünüyorum, ne sıradanız ve aynı zamanda ne özeliz, hayatımız dahilinde... Bu noktada şu siteye girmenizi tavsiye edeceğim, sıradanlığa geri dönüyoruz:

http://htwins.net/scale2/

Ventimiglia'ya varıyoruz. İtalyan hızı ve garantisi ile asla işlemeyen bir kuyruğa giriyoruz. Makine elbette bozuk çünkü siamo in italia, eh? On beş dakika sonra Nice'e tren kalkıyor, yetişecek miyiz? Bir koşu yetişiyoruz! (İtalyanca'da Nice'in Nizza -nitza okunuyor- olduğunu biliyor muydunuz? Onda da duramayıp sona bir sesliyi yapıştırmışlar cetleri.)

2010 yılında, ben, Selen, Benjamin, Anne ve Gonçalo gitmiştik yine Nice'e... Ventimiglia'da daha çok vakit geçirmiştik bu sefer. 

Ventimiglia, 2010

Nice trenini sahilde beklemiştik:

apaçi dance introduction to our Erasmus friends


birbirlerini beğenen ikili henüz böyle atışma evresindeydiler

Nice'e giden trende arkamızda oturan çocuk ot sarıyor. Sırf Türkiye'de yaşıyoruz diye dünya üzerinde bize garip gelen şey sayısı daha fazla, reva mı bu? Türkiye içindeki olaylar zaten garip, bir de özgür iradenin bulunduğu yabancı topraklarda şaşırıyoruz; baştan çarpı iki.

Nice Ricquier durağında inmemizi söylemişti Benjamin. Otuz beş dakika süren Ventimiglia-Nice arası öyle güzel deniz ve yeşillik kombinasyonları görüyoruz ki modern yaşamı bulan insan evladına selamlarımı gönderiyorum. Sonra bir an, yanında Riquier yazan bir Nice yazısı çarpıyor gözüme: Nisan inelim! Benjamin'e mesaj atıyoruz, on dakika sonra gelecek. Heyecanlı mıyım? Bir şey kesin: Benjamin'i özledim. Erasmus'taki en iyi iki arkadaşımdan biri, en güzel anlarım onunla geçti. Eski sevgili, iyi arkadaşın alt kümesidir bence; bu ikisi illaki birbiriyle kesişecekse. (Meşrubat makinesinin camından nasıl göründüğümü kontrol etmediğimi söylemeyeceğim ama.)

yıllar önce bu Nice treninde Benjamin de varken

Pencereden geçiyor. Benjamin! Garip ama özlediğim kadar sarılamıyorum, o da bana. En son 2012'nin ilk gününde, Paris'te tatsız bir akşamda görüşmüştük. Ne çok geçmiş... Benjamin Nice'te çalışıyor, aslen Lille'den. İngilizcesi fenadır ve bir o kadar tatlıdır: ot şokoleyd der, give me it der... Bu sefer de açılışı ''Did you lunch?'' ile yapıyor ve ben özlem, nostalji ve keyif karışımı bir hisle kahkahayı patlatıyorum, ayıp oluyor. Yolda Carrefour'dan alışveriş yapıp eve geçiyoruz. Mimarisi çok garip, çok eski: Lavabo-duş olan bölümle tuvaletin olduğu bölüm evin iki ayrı ucunda, arada da L şeklinde koridor var. Elini yıkamak için koridoru yürüyorsun, misafirle karşılaşıp sarılmak vs için en uygun lokasyon ödülünü hak ediyor.

Evde biraz fazla vakit geçiriyoruz sanki, çıkışımız öğlen dördü buluyor. Plaj kıyafetlerimizle çıkıyoruz şehre, garip gelmiyor değil başta ama Nice böyle. Place Garibaldi'ye doğru yürüyoruz. Giuseppe Garibaldi, bir nevi İtalya'daki Atatürk. Bir asker, bir devlet adamı. Torino Garibaldi isminden ibaret desem yeri. İtalya'nın şehir devletlerinden ulus-devlet haline gelmesinde en büyük rol sahibi. (bkz: Risorgimento) Fransa'nın Nice'i geçici olarak İtalya'ya verdiği zamanda Nice'te doğuyor. Her ne kadar Nice bugün Fransa'ya ait olsa da, şehir bence daha çok İtalyan. Place Garibaldi de, Kuzey İtalya'daki meydanlara çok benziyor. Kaldırımların üzerindeki portici'lerden burada da var.


Denize yürüyeceğiz ama eski çarşının içinden geçerken sanki bulutlar mı toplanıyor üzerimize? Haha yok canım, İzmir'den kalktım geldim İstanbul'a, oradan Torino'ya, oradan da Nice'e. Yağmur yağacak değil ya? Plaja geliyoruz ve hava başparmağını burnuna dayayıp geri kalan parmaklarıyla bize tepeden:


Soyunup dökünüp taşlarda yalpalayarak (daha zor okuyalım diye yani) denize ancak giriyoruz ki yağmur çiseliyor! Nice'in esnaf çarşısında, yağmur çiseliyor. Ve fakat yağmurda deniz öyle güzel şey ki. Hem de her zaman olduğun yerlerden bunca uzakta, hiç girmediğin sularda... Başımı sokuyorum ve suyun içinde, suya damlayan suyun sesi... Suya yazılar yazacak kadar yükseliyoruz, huzurluyuz.



Quais des Etats Units'nin plajındaki taşlar böyle bu arada, ondan yalpalanabiliyor. (kelimeyi iyice okuyamayalım diye zora koşuyorum) Bu taşlar oradan değil, başka bir yerden ama fotoğrafı Nisan çekmiş o yüzden Nice sayılır. (ha?) Hem Nisan'ın yaptığı tatlı ayrıntıyı paylaşayım dedim:



Benjamin suda çok az duruyor ama biz Nisan'la epey kalıyoruz. Çıktığımızda yağmur iyice hızlanıyor ama aynı zamanda güneş de çıldırıyor; harikulade bir ikili. Attila İlhan tamlamaları yapalım biraz hatta: güneşten çıldıran yağmurlu deniz!

Place du Palais-de-Justice'te bir kafeye oturuyoruz. Bikinilerle şehirde oturma keyfini sevdiğim şu rahat kafa, bize de nasip olsa!



Eve yürüyoruz. Sonra duş, hazırlanma... Julien diye Türkçe'yi 'eh' seviyesinde bilen Ermeni asıllı bir Fransız geliyor eve, Ben'in arkadaşı. Fransızca bilmememize 'çok kötü' diyor, teşekkür ediyoruz. Size söylesem gülmeyeceğiniz ama bizim Nisan'la tatilin geri kalanında çok güldüğümüz bir şeye imza atıyor. Türkçe bir şeyler anlatıyor, ona komik geldiğini ifade etmek için uzun bir es verdikten sonra 'güldüm' diyor. Ama vurgusu, kullanımı ve yeri öyle komik ki. Ne fena ki size anlatamayacağım ve biz Nisan'la sonsuza dek güleceğiz. Tatilin geri kalanında da durup durup 'güldüm' diyoruz, ve gerçekten gülüyoruz.

Güzel bir akşam yemeği, sahilde yürüme ve yine Place du Palais-de-Justice dolaylarında içtikten sonra bize bir şeyler oluyor, uykumuz geliyor ve eve gidiyoruz. Arabada Benjamin'in çekmiş olduğu bu kare, sanki Nice gecelerinde çılgın atmışız da yorgun düşmüşüz izlenimi verecekti Türkiye'deki arkadaşlarımıza ancak gerçek tam tersi: Saat on iki civarı ve arabada uyuyoruz. Yaşasın gençlik.

çılgın Nice geceleri

Eve geldikten sonra Benjamin bize yatağını veriyor, kendisi oturma odasına gidiyor. Nisan kafayı vurduğu gibi uyuyor ama ben örtünecek bir şeyler arıyorum, bulamıyorum. Hemen yandaki odaya yazıyorum:

-Hey Ben! Do you have sheets as I'll be cold?
-Wtf?!? It's so hot!
-Yes but I'll be cold when I'm asleep.
-No way... pfff.

O sırada kapı açılıyor, Benjamin:

-You are sleeping on them!

Evet, üstüne yatmışız. CMYLMZ'daki housekeeper muhabbeti gibi, fazla sıkıştırılmış örtü hadisesi. Hemencecik altına giriyorum ve çekyatına geri dönen Benjamin'e mesaj atıyorum:

-You know what they say: ''It snows over who sleeps.''
-What's that??
-Uyuyanın üstüne kar yağarmış.

Erasmus hatrımda, incecik çarşaf üzerimde geçmişin güzel anılarıyla uyuyorum...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Boşluklari sen doldurdugun için değerlidir ( ozlemissindir )