Geçen gece bizim koronun fasılı vardı.
Bunca yıllık İstanbul hayatımda Balat'a ilk kez gitmiş oldum.
Yanımda oturan arkadaşım bir ara bana, ''Gökyüzünde bi' tanecik
yıldız görüyorum.'' dedi. Önce bir tane görünüyordu ama sonra
baktık, bir sürü saydık... Gökyüzüne bakınca 'Zamanın Daha
Kısa Tarihi' isimli kitabı okurken aklıma düşen sorular
canlandı, üç duble rakıdan geriye kalan akıl ve üç duble
rakıyla artan kalp ile onları düşündüm, sonra onlardan esilenip
önümüzdeki yıl için radikal planlar yaptım. Bir süre onların
üstüne düşünüp masadan koptumsa da yan taraftan 'Mazi Kalbimde
Bir Yaradır'ın söylendiğini duyunca yine masaya dönüverdim,
şarkıya eşlik ettim. Ha mesela, ben o soruları düşünürken
masadakiler için geçen zaman ile benim için geçen zaman aynı
mıydı? Kitap esasında bu soruyu sormasa da ben bu seferlik fiziğe
edebiyatla vuruyor ve bunu böyle sormak için izin istiyorum
Hawking'den.
'Bunca yıllık İstanbul hayatım'
diye bir söz söyleyebilmenin verdiği mutluluk bir şehre duyulan
aşktan ötürü müdür? Gezi Parkı'nın temizlenmesine yardım
ettiğimiz o sabahtan sonra inanır mısınız, İstanbul'un
yerlerini temizlemek ister halde buldum kendimi. Ne yapsam acaba?
Yerleri temizleyen bir belediye çalışanına desem ki bir gün:
''Güzel abicim, gel ben sana bir çay ısmarlayayım sen dinlen, o
arada da süpürgeni bana ver ben yerleri süpüreyim.'' İşte
bunlar hep ne zaman söyleniyor biliyor musunuz? Sokakta yürürken
bir yere yetişiyormuş gibi görünen yüzümde bir huzursuzluk
kıpırtısı olduğunda, içimde söyleniyor. Ağzımdan çıkamayan
bu sözler, dudağımın kenarında bir çizgi olarak kalıyor. İşte
ben bu yüzden yazıyorum: içim, hayatın normal seyrinde
söyleyemediklerimle dolu. Bazen de sarılmak istediğim ama
sarılmamın çok garip kaçacağı tanımadığım insanlardan ötürü
yazıyorum, sarılamamanın verdiği o eksilmeyi tamamlıyor
sözlerim. Metro merdivenlerinden çıkarken ya da inerken, önünde
mendil kutusu ya da tartı olan o kıza, oğlana sarılasım geliyor.
Kız dediğim Taksim'de, oğlan da 4. Levent'te. Kimse olmasa da
görmese diyorum, ellerinden tutsam, bir yerlerde oturup konuşsak
istiyorum. Onları merak ediyorum ama her seferinde dokunmadan
yanlarından geçiyorum. Bilir mi acaba o ufaklık, 4. Levent'te bazı
akşamlar geç saatte yanından geçen o abla onun oturduğu
basamakta neden yavaşlıyor ama duramıyor? Aslında çekiniyor,
çekinmese oturuverecek yanına ama yapamıyor. Ya o duvarı
aşamazsam korkusu, o duvarı aşmanın vereceği olası mutluluktan
ağır basıyor... İstiklal'de bir amca var mesela. Mavi gözlü,
beyaz saçlı, Tünel'e yakın bir noktada milli piyango biletleri
satan arkadaşı işine ara verdiğinde onun yerine bakıyor, o
gelince de biraz laflayıp gidiyor. En azından, benim uzaktan görüp
de yazdığım hikayesi böyle. O amcaya aylardır sarılmak isteyip
de tek yapabildiğim önünden üçüncü geçişimde bir ufak
gülümsemişliğimden ibaret. Karşılığında, şaşırtıcı
ölçüde genç bakan bir çift mavi gözün de gülümsediğini
görmek, durup bir çift laf etmeye ve sarılmaya yeter bir davetti
ama yapamadım. Bana bu hayatta, yalnızken kendimi kolaylıkla
kandırabilmemin verdiği özgürlüğü kısıtlayacak bir insan
lazım; beni o amcanın yanından geçerken amcaya doğru ittirecek
bir insan. İşte benim için hayat arkadaşı böyle bir şeydir.
Bu haftasonu Kuşadası'ndaydım. İlk
kez yirmi günlükken gittiğimden mi bilmem; ana kucağının
doğadaki hali orasıdır benim için. Konu neydi, oraya nasıl geldi
inanın istesem de anlatamam ama kuzenimle güneş batarken denize
ayaklarımızı sokmuş bağırıyorduk: 'Ben yeşili seviyom!',
'Benim evim ferah!' Anneannelerimizin, sohbetlerin olmadık
yerlerinde patlayan ve konuların akışıyla uzaktan yakından
alakası olmayan cümlelerini söylüyorduk aslında. Kahkahalarla
gülüyorduk. Bunlar olurken birkaç saniye, uzun zamandır olmadığım
kadar mutluydum. Bence insan o çok mutlu olduğu anlarda, göğsünden
bir kuş havalanıyor gibi hissediyor. Yani acaba diyor ister
istemez, daha da mutlu olursam göğsümdeki kuş değil de bizzat
ben havalanır mıyım? Uzayda, solucan delikleri diye zamanda
yolculuğu mümkün kılacak şeyler bile olabiliyorsa, bence bu havada
karada!
O çok mutlu olduğum saniyelerin
akşamından bir Kuşadası karesi ile kapatayım... O deniz başka!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder