11 Nisan 2012 Çarşamba

bal ve katran

Eller. İnsanın yazacağı olsa, anlatmak için titreseler mesela. Dayanamasalar. Öyle bir şey. Diyelim ki, gerçekten de öyle bir şey... Bence az önce öyle oldu. Hem eller değil sadece, gözler ve dudaklar da. Kalp ve iç de. Sahi, iç diye bir şey var. Ben iç'imden yaşıyorum. O yüzden geç kalışlarımın suçunu iç'ime atıyorum. Bir şey iç'imden çıkana kadar, çok zaman geçiyor... Ben mi yavaş yaşıyorum? Biri bir gün ben oluversin, söyleyiversin şunu bir zahmet.

Yekta Kopan'ın blogunu okurken aklımdaki şeyler kendilerine rastlamış olacaklar ki durdular: ruhunda anlaşılmaz dertler olan herkese... Durdular ve durdum. İşte sonra ellerin titremesi durumu. Ve eller şimdi, hemen önümde duran harflere basmakta.

Ruhumdaki anlaşılmaz dertlerin suçunu İstanbul'a attım bu gece. İstanbul bu gece bilmediğim, ait olmadığım ve sanki hiç de ait olamayacağım şehir. Ben İstanbul'u onca severken böyle hissetmek ne acıdır oysa... İlişkimizi ya bitirmek, ya düzeltmek zorundayım. Oysa ben seni seviyorum İstanbul, beklemediğim anlarda moralimi bozup duramazsın. Bir tek sen benle barışamazsın. Ben, sen bana küsken, nasıl rahat edebilirim? Sana bozulmaya, senin özrünü duymaya, bana sarılıp geri dönmene ihtiyacım var. Tek taraflı şımarık, nasıl da yaşıyorsun canının istediği gibi... Oysa ben burda düşünüyorum ve sadece düşünüyorum, günlerim geçiyor. Senin benle iyi olmanı bekliyorum...

İki yakan gibi, iki de elin var. Birinde bal, birinde katran. Benim kalbim her seferinde hangi elimde oyunu oynayacak kadar güçlü değil. Bal olan elini tutmak ve o elle yürümek istiyorum bir süre. Lazım gelirse hangi elimde! diye bağırırsın gün gelir... Oynarız, acı ya da tatlı. Öğrenirim, olur. Ama o ballı ya da katranlı elini bir defa vicdanına koy ve düşün: sen koskoca şehirsin, bense küçücük insan...

1 yorum:

mika dedi ki...

mis olmuş.