13 Temmuz 2011 Çarşamba

her paragrafı ayrı telden

“10 yaşından beri seviyorum Filiz’i.” Bunu söyleyen şimdi ellilerinde bir adam. Sevdiğin insanı 10 yaşından beri tanımak çok güzel olmalı, hele o zamandan beri sevebilmişsen. Eğer hala da sevişebiliyorsan yirmi yaşındaki gibi, hayatın anlamını bulmuşsun sen.

Beni sıksan aşk akar, dedim bir arkadaşıma. Hayatımdaki çoğu şeye/kişiye ayrı bir aşk beslediğimden. Arabesk tınısıyla dalga geçse de beni anladığını biliyorum. Aşkın tanımını en son İpek yapmıştı, bizdeki sözlükte aşkın çapı sonsuz olduğundan onlarca şeye aşık olabilirsin. İşte o yüzden, aşk akar benden dedim. Bazısından hırs, bazısından delilik akar; bazısından yalnızlık. Bendeki şeylerden en çok olanı aşk. Sarıyorum kendime neyi seviyorsam, doluyorum etrafıma. Bence güzel olmak da bundan. Belki bir yanı zorsa, o da sardığın şeyleri çıkarırken canının yanması. Ama hayat bu, bi’ durmuyor ki sen durasın olduğun gibi.

Şu an olduğum yer çok huzur verici. Bizim sitenin önündeki banklardan birinde rahatsız bir şekilde uzanıyorum. Yalnız kalmak istemiştim, bir dalgalar konuşsun. Ne iskambil kağıtları uçuşsun, ne Serdar Ortaç dizeleri havada.

Bugün bir şey fark ettim, havuza düşmüş böcekleri mazgala itelerken arılara kıyak geçiyorum. Havuz taşında kurumaya bırakıyorum onları ki uçsunlar yeniden. Arı dendiğinde aklıma gelen sokma eylemi değil de, bal oluyor önce. O yüzden onların imajı bende farklı, adımın anlamıyla da alakası vardır muhakkak. Bala dair her şeyi seviyorum, o yüzden arılara kıyamıyorum. Arı Maya’nın da etkisi olmalı, her arı Arı Maya’ymış sanki; reçelime de konsa laf edemiyorum. Gelsin, severse Nutella’ya da buyursun hatta.

En son dayımla konuşurken bir cümle sarf ettim, evvelden başkasına da söylemiştim. Şu hayatta en çok sevgisizliğe acıyorum diye. Ne zaman öyle bir duruma şahit olsam gözlerim yaşarıyor. Şahit olmasam, sadece düşünsem bile yetiyor gözyaşlarına. Bu kelime gözüme gri gözüküyor, her kelimenin bir rengi yoktur ama olanın da anlamı çoktur. Sevgisizlik de onlardan biri işte.

Gülüş. Bir gülüş ne çok şey demek. Komşumuzun evindeki beş aylık bebeğin durmadan gülüşüne, insanoğlunun zamanında aya, güneşe olduğu gibi hayran oluyorum adeta. Haberi olmadan gülüyor minik, nasıl öğreniyoruz acaba gülmeyi. İlk gülüşümüz neye/kime oluyor acaba. Yıllar sonra gülüşünüze aşık ettiğiniz de, gülüşünüzle ağlattığınız da oluyor. Bir seveninizin aklına düşüyor gülüşünüz de kalbi başka türlü atıyor. Gülmek çok değerli, gerçek olanı çok sevgi dolu çünkü. Kaybetmemek gerek gülüşleri, hele gamzeli olan güzel gülüşleri.

İnsan konuşurken çok şey fark ediyor. Geçen, daha hiç tanımadığım biriyle konuşurken, güzelliğe tutkun olduğumu itiraf ettim. Güzel hissetmenin hayatımı çok etkilediğini söyledim; belki de bu tutkuya sahip olmaktan çok, tutkunun bana sahip olduğunu söyledi. Bilmiyorum ki, benim için neredeyse somut bir şey. Öyle ki, hayatımın her noktasına bir mürekkep damlası gibi damlıyor ve genişliyor çapı olduğu yerde. Bazen bir ikram demek güzellik, o yüzden tadı her daim güzel olmalı. Hep taze tutulmalı. Paylaşılmalı.

Güneş ve iyot kokusu nasıl da uyku getiriyor, denizin ortasında bir botta uyuyacak kadar cesur olsaydım keşke. Ya da benle bunu yapacak bir deli olsaydı. Ya da, o deli şimdi burada olsaydı.

Hiç yorum yok: