29 Ekim 2010 Cuma

yeni

Melisina'ya ara vereli bir ayı geçti. Torino'da yaşadığım güzel her şeyi aklımda tuttum, yazacağım da. Hepsini buraya değil. Çünkü tek bir Melisina'yla da geçmedi bu bir buçuk ay, birkaç ben vardı.. Kendimde kusur/hata gördüğüm bazı şeylerden arınmayı bekledim. Başta bunu beklediğimi bilmiyordum da, şimdi yazmaya başlayınca farkettim. Beynimi kurt gibi kemiren şeyleri değiştirdim, artık beraber yaşayabiliyorum onlarla. Onlar beni ağlatmıyor, ben de onları kabul ediyorum. Olgunlukla düşünebiliyorum artık, soğuk cevaplar verebiliyorum. Şaşırıyordum cevaplarıma, artık şaşırmıyorum bile. Değişebildim, değiştirebildim.

İtalya Erasmus'a gelmek için güzel, Torino ise muhteşem. Kuzey İtalya apayrı. Trenle başka bir ülkeye seyahat etmek, pasaport lazım olmadan. Hepsi hayal gibi. Hayatın tüm renkleri güzel, shuffle'da çalan tüm şarkılar favorileriniz, tanıştığınız herkes en iyi arkadaşınız. Böyle bir şey sanki. Geçmiş'iniz yok, geçmişsiz'siniz. İnsanlar sizi 'ciao' dediğiniz andan itibaren biliyor, o kadar. Tam da, insanlar yüzünden olamayan şeylerle geçmiş bir yıldan sonra, kontrollü deneymişçesine, 'peki ya insanlar olmasa?' hayat nasıl olur onu görüyorum adeta. Ve her gün, daha çok seviyorum bu hayatı. Kendimize koyduğumuz kısıtlamaların kendiliğinden olmadığı bir dünyanın ortasına düştüm resmen. Özlüyorum İstanbul ve İstanbul sakinlerini ama güzel gelmiyor düşününce. Renkli değil; ilkokuldaki resim dersinde, suluboya için hazırlanan koca kaptaki suyun ders sonundaki renginde. Tüm renkler var ama yok da aynı zamanda, görünmüyor hiç. Görmüyorsan, yoktur da aslında.

Az önce birine Castello Del Valentino'da saklambaç oynamak üzere söz verdim. Ve aklıma, yazın bloguma "Castello del Valentino'yu sadece gezmeyeceğim herhalde..." yazdığım geldi. Bunu yazarken gerçek olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti oysaki.

Hiç yorum yok: