Yine yağmur yağıyor Leyla…
Ne çok severdin. Yağmur yağdığını fark edince bana bakıp gülümserdin,
bahçeye ineceğini anlardım. Dudağımın kenarına ufak bir buse kondurur, koşa
koşa inerdin merdivenleri. Ben de gidişinin bıraktığı yaseminli parfüm
eşliğinde pencereye gider, yukarıdan seni izlerdim. Bazen öylece dolanır, bazen
de bahçenin ortasına kurdurduğun salıncakta sallanırdın çocuk gibi. Gökyüzüne
sebepsiz gülümsenebileceğini senden öğrendim. Başım dönerdi Leyla. Sana
duyduğum hayranlıkla başa çıkamazdı gönlüm. Şimdi ise varlığına duyduğum
hayranlık ile yokluğuna tutsak olmuş varlığım fena karışmış; kendimi bilemez
olmuşum. Bak, yağmur yağıyor ve yine dışarıdasın işte. Yağmur yağıyor ve sen bu
kez toprağa karışıyorsun…
Sen öldükten sonra yağan her yağmurda pencereleri ardına
kadar açtım. Çünkü toprağın kokusunda sen olacaktın. Bildiğim kokun olmayacaktı
ama işte… Belki, başucundaki selviye dolansın diye diktiğim yaseminin kokusu
rüzgarla evimize kadar gelecekti. Aldığım nefeste sen yok musun diyecektim o zaman?
Elbette olacaktın. O çiçeğin özsuyuna senden şerhalar karışmış olacaktı ve içim
sana ait ve sana dair kokularla dolacaktı. Seni kaybettiğimden beri, inanır
mısın, tabiata senin kadar itinalı davranmaya başladım. Bahçen gittiğin günkü
kadar güzel. Görenler, gidişinin bende bıraktığı boşlukları bahçe işleriyle
doldurmaya çabaladığımı düşünüyorlar. Oysa ben, senin ardından, neredeyse senin
kadar güzel olan bahçene bekçilik etme vazifemi yerine getiriyorum yalnızca.
Hem, bu çiçeklere bakıp da seni aklımdan çıkarabileceğimi mi zannediyorlar? Akılsızlar.
Seni bazı sabahlar üzerine çiçekler bırakarak uyandırdığımı bilselerdi –ve
sonra olanları- beni tüm çiçeklerden uzak tutmaya çalışırlardı.
Mercan ve Deniz beni neredeyse hiç yalnız bırakmıyor. Bunu, karısını
yitirdikten sonra yalnızlığa tahammül edemeyen bir adamın evlatlarına duyacağı
müdana ile söylemeyi arzu ederdim fakat büsbütün aksi: Yalnız kalmak istiyorum
Leyla! Yani, seninle kalmak istiyorum. Benim yalnızlığım sana dair anılardan
mürekkep ve ben, yetmiş dokuz yaşımda yalnızlığımı kana kana içmek istiyorum.
Varlığından bihaber olduğumu zannettiğin mektupları yirmi dokuz senedir
biliyorum. Bir seferinde içimdeki dürtüye dayanamadım ve en başından itibaren
okumaya teşebbüs ettim fakat mektupların birinde hayalî bir el vardı sanki;
sana duyduğum saygı ve çokçalarının budalalık addedeceği uçsuz bucaksız aşk
merakımı alt etti ve o mektupta durdum. Yüzü suyu hürmetine, bunları okumadan
da pekâlâ yaşayabilirim dedim… Belki de korktum. Önümde giremeyeceğim bir yol
uzanıyor gibiydi ve adım gibi biliyordum: gönlüm senden geri dönemezdi.
Giremeyeceğim bir yol önümde, dönemeyeceğim başka bir yol arkamda ömür boyu
çakılır kalırdım Leylâ. Ve ben bu ihtimal uğrunda, o mektupları hayatımın
sonuna kadar okumayacağıma dair bir söz verdim kendime. Ne ki sana bundan
bahsedeyim. Fakat benden önce bu dünyayı terk edeceğini asla düşünemedim. Benden
on üç yaş gençtin, Mercan ve Deniz’den farkın yoktu gözümde, yavrumdun. Şimdi,
bir ufak sözüne dahi susuzken o mektupları aklımdan çıkaramıyorum. Cevap
gelmeyeceğini bilsem de ismini sesleniyorum üst kattan, varmışsın da aslında
evde yokmuşsun gibi hayal ediveriyorum… Seni görmeyeceğimi bilsem de yağmur
yağmaya başlayınca bahçedeki salıncağa bakıyorum, sanki üzerinden yeni inmişsin
de üst kata koşuyormuşsun gibi izliyorum boş tahtanın salınışını…Bekliyorum, burnuma
hafif bir yasemin kokusu gelmesini bekliyorum… İşte o yüzden açıyorum
pencereleri. Yağmurlu bir günde yasemin kokusu gelirse burnuma bilirim ki bahçeden
yukarı gelen Leyla’dır o. Onu bekliyorum. O hiç gelmiyor… Yağmur gökyüzünden
boşalırken, açık pencerenin başında gözyaşlarımla ona eşlik ediyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder