Rüzgârlı bir ağustos günüydü. Deniz, kitabını alıp
Karaköy sahilindeki banklara geldi. Bu sene liseye başlayacak olan çocuk,
sahilde vakit geçirmeyi çok seviyordu. Boş bulduğu ilk banka oturup kitabını
okumaya başladı fakat rüzgâr, sayfaları bir türlü rahat bırakmıyordu. Birkaç
bölüm okuduktan sonra rüzgârdan sersemlemiş olan Deniz, biraz kestirmeye karar
verdi. Kitabını başının altına koyup uzandı, yanındaki bankta oturan kasketli
amca ona bakıp gülümsedi. O da karşılık verdi ve sonra gözlerini kapattı. Göz
kapaklarına düşen güneşin sıcaklığı, uykusunu daha da tatlandırdı ve keyiften
bir kez daha gülümsedi.
Gözlerini açtığında rüzgâr deli gibi esiyordu. Dalgalar,
oturduğu banka vuruyordu. Deniz, rüzgâra kolayca karşı koyamayacağını anladı. Bankın
tahtasına sıkıca tutundu. Birden, ellerini bıraksa uçacağını sandığı anlaşılmaz
bir hisse kapıldı. Üstü başı sırılsıklamdı. Nasıl oldu da uyanmamıştı? Ne yapacağına
karar veremeyen Deniz için kararı rüzgâr verdi. Çocuk havada hızla yükseğe
savrulurken çığlık atmaya çalışıyordu ama sesi çıkmıyordu. Binaların boyunu
geçtikten sonra ise sakinleşmeye başladı. Sanki rüzgârla bir bütün olmuşlardı
ve rüzgâr, onu az önce banktan koparıp alan güç değil de şimdi havada durmasına
yardımcı olan şeydi. Deniz etrafına bakındı ve kollarıyla bacaklarını hareket
ettirdi. Uçuyordu! Suda yüzermiş gibi ileri doğru birkaç hamle yaptı. Gözlerine
inanamayan çocuk, yüksekliğin yarattığı korkudan sıyrılınca şehrin yukarıdan ne
kadar güzel göründüğünü fark etti. Rotasını sahilden yana çizdi ve bir süre
Boğaz’dan başka bir yere bakamadı. Tophane semalarında iyiden iyiye
keyiflenmişti, Fındıklı’da renk renk boyanmış merdivenleri yukarıdan
görebileceğini fark edip hepten mutlu oldu. Yaklaşınca bir grup kuşun tam o bölgede
olduğunu fark edip iyice hızlandı. Yanlarına geldi ve aşağıya baktı: O da ne!? Gri
bir basamak yığınının tam üstünde duruyordu! Yanlış yere mi geldiğini
düşünürken, bir kuş Deniz’in yanına geldi ve şikayet etmeye başladı. Meğer
bütün İstanbul’un derdi aynıymış; kuşlar hariç değil: ‘’Biz bu merdivenleri
rengarenk görünce buraya sıçmamaya karar vermiştik. Peki ya şimdi? O kadar
güzeldi ki o renkler. Biz kuşlarda bile böylesine duygular uyandırmış bir yeri
nasıl griye boyayabildiklerini anlamıyoruz.’’ O sırada, başka bir kuş sohbetlerini
duyup yanlarına doğru kanat çırptı ve katıldı: ‘’Söylesene çocuk, biz kuşlar
buraya sıçmayacağız da ne yapacağız şimdi? Biraz renk gelsin yahu, şuraya bak!’’
deyip cikledi. Yetkili bir kuşa benzeyen bir başkası daha yanlarına geldi:
‘’Belediyeniz biz yapmadık diye yalanlıyor ama biz bu işin Haşmet Bedhah
Silikcan’ın başının altından çıktığına eminiz. Hem, o ne biçim isim yahu?
Bedhah da ne demek ola?’’ Deniz, bilmediğini belirten bir işaret yaptı ama
sonra, bir yerlerde bu kelimeyi duyduğunu hatırladı. Tabii ya, Atatürk’ün
Gençliğe Hitabesi’nde geçiyordu: İstikbalde
dahi, seni bu hazineden mahrum etmek
isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir dakika, dedi Deniz
kuşlara. ‘’Bedhahın ne demek olduğunu biliyorum. Kötülük yapmak isteyen, kötü
kalpli demek!’’ Kuşlar hep bir ağızdan, hiç şaşırmadıklarını belirterek
ciklediler. Deniz adama öyle sinirlendi ki: ‘’Biliyor musunuz, bence
merdivenlerin yanı sıra Bedhah Bey’in kafasına da sıçabilirsiniz, hiç çekinmeyin!’’
Kuşlardan biri atıldı: ‘’Ah, çok isterdik! Ama biz insanların üstüne sıçınca
şans getiriyoruz sanıyorlar. Bir de şanslı biri olduğunu düşünmesini hiç istemeyiz!’’
Deniz, kuşların bu duruşuna hayran oldu.
Başını eğip bir kez daha merdivenlerin bu içler acısı haline bakacaktı
ki yere ne kadar yakın olduğunu fark etti. Başını tekrar kaldırdı, kuşlar artık
çok yukarıdaydı. Düşüyor olmalıydı! Aşağıya baktığında yere çarpacağını sanıp
gözlerini kapattı. Tekrar açtığında, kendini Karaköy sahilinde, bankta uzanır
halde buldu.
Uyandığında, birkaç kuş yerdeki kırıntıları tırtıklıyordu. Deniz bir süre hareketsiz kaldı. Neden sonra, kendini yan banktaki konuşmaların içinde buldu: ‘’Güzelliklerin içine sıçmakta üstlerine yok! Ağacı keserler yetmez, rengarenk merdivenleri de griye boyarlar!’’ Deniz uzandığı bankta doğrulup, yan banka göz attı. Uyuyakalmadan önce ona gülümseyen kasketli amcanın yerine bir grup genç gelmişti. Ellerinde kutu kutu boyalar vardı. Bir tanesi telefonda konuşuyordu: ‘’Biz şimdi Fındıklı’ya doğru gidiyoruz, boya almana gerek yok bizdekilerle idare ederiz, kendin gel yeter. Merdivenlerin orda buluşuruz.’’ Deniz’in kafası iyice karışmıştı, çareyi sormakta buldu: ‘’Pardon, merdivenlere mi gidiyorsunuz? Ne için?’’ Aralarından biri cevap verdi: ‘’Evet, merdivenleri yeniden boyamaya gidiyoruz. Epey bir insan gidiyor aslında, böyle bir etkinlik var bugün. İstersen, bizde fazladan boyayla fırça var. Gelmek ister misin?’’ Deniz, rüyasını düşünmeyi yola bırakarak geleceğini söyledi ve banktan kalktı. Kitabını aldı ve onlarla birlikte yola koyuldu. Fındıklı’daki merdivenlere gidiyordu, bu sefer yürüyerek.
Uyandığında, birkaç kuş yerdeki kırıntıları tırtıklıyordu. Deniz bir süre hareketsiz kaldı. Neden sonra, kendini yan banktaki konuşmaların içinde buldu: ‘’Güzelliklerin içine sıçmakta üstlerine yok! Ağacı keserler yetmez, rengarenk merdivenleri de griye boyarlar!’’ Deniz uzandığı bankta doğrulup, yan banka göz attı. Uyuyakalmadan önce ona gülümseyen kasketli amcanın yerine bir grup genç gelmişti. Ellerinde kutu kutu boyalar vardı. Bir tanesi telefonda konuşuyordu: ‘’Biz şimdi Fındıklı’ya doğru gidiyoruz, boya almana gerek yok bizdekilerle idare ederiz, kendin gel yeter. Merdivenlerin orda buluşuruz.’’ Deniz’in kafası iyice karışmıştı, çareyi sormakta buldu: ‘’Pardon, merdivenlere mi gidiyorsunuz? Ne için?’’ Aralarından biri cevap verdi: ‘’Evet, merdivenleri yeniden boyamaya gidiyoruz. Epey bir insan gidiyor aslında, böyle bir etkinlik var bugün. İstersen, bizde fazladan boyayla fırça var. Gelmek ister misin?’’ Deniz, rüyasını düşünmeyi yola bırakarak geleceğini söyledi ve banktan kalktı. Kitabını aldı ve onlarla birlikte yola koyuldu. Fındıklı’daki merdivenlere gidiyordu, bu sefer yürüyerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder