Ölmenin öyle bir algısı var ki gözümde, ölen kişi sanki habersiz gidiyor, ayıp ediyor, bizi bırakıyor gibi geliyor. Öldükten sonra her nereye gidiyorsa insan, bir arayıp 'ya n'oldu! şimdi mi! of be!' gibilerinden şeyler konuşmak istiyorum. Göğsümde kalıyor... Varlığını vermek istemiyorum insanlarımın, daha iyi bir 'yer' bile olsa gittikleri. Bencillikse bencillik, sevmekse sevmek.
Kuşadası'nın yeri bende çok ayrı, Kuşadası'ndaki insanların da. Birçok kare var, her yaz aynı. Bebekliğimden beri. Büyüdükçe içinden insanların eksildiği kareler başıma bela oluyor. Ben zaten hep çok ağlardım, ağlayacak şeyler de azalmıyor büyüdükçe. Yere düşmüyorum, bisikletten düşmüyorum, dizim dirseğim kanamıyor artık ama başka şeyler daha hızlı birikiyor. Ölümleri normalleştirmek lazım.
Ben yine Kuşadası'na gittiğimde aynı insanlarla oturup yemek yemek istiyorum. Bir koltuğu boş görüp hüzünlenmeyi kaldıramayacağım. Yeşilin ve mavinin, geceleyin de lacivertin ve esintinin tadını eksilerek çıkartmak istemiyorum. Ayrıca, çocukken geleceğin hayalini kurduğumuzda, etrafımızda o an kimi görüyorsak hepsini içeriyordu o gelecek. Gelecek geldiği zaman gitmeleri tam bir haksızlık. Biz bunu hesaplayamazdık. O yüzden ölümün yanında getirdiği bunca hayalkırıklığı. Hayatımızın bu kadarını mı göreceklerdi yani? Torunlarla dedeler/büyükanneler arasındaki yaş farkını azaltabilir miyiz lütfen?
Hoşgeldin kızım.
N'aber Melisa?
Yemeğe kalsana kızım.
Otur ye kızım! Teyzen patlıcan yaptı.
Anneannen nasıl?
Çağrı denizde.
Çağrı uyuyor.
Söke'den bir şey lazım mı?
Ağzına s.çtığımın hatıraları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder