23 Ağustos 2014 Cumartesi

Gün 3

Uzun bir tatilin birinci günü harikadır. Düşünsenize, birinci gün... Yarın bile ancak ikinci gün olacaktır. İkinci gün de harikadır. Daha dün tatilin ilk günüdür çünkü, ikinci gün de birinci günün yancısıdır, kabulümüzdür... Üçüncü gün ise... Hmm, nasıl demeli, bir ve ikiden biraz uzak; uzak bir kara parçasında da olsan zamanın bir yere çakılıp kalmadığını yüzüne çarpan cinsten. Biz de durduramıyoruz treni! Günlerden üç, Torino'da bir başka güne uyanıyoruz. Neyse ki daha ilk yarının içindeyiz, bu da bir şeydir!

Carrefour'dan ilk gün aldığımız kahvaltılıkları dolaptan çıkarıyorum ki Nisan "Bugün dışarda mı yapsak kahvaltıyı?" diyor. Evet! Sonunda biri bunu söylüyor. Ekonomi yapmayı s.ktir edip, üç brioche bir panini, artık allah ne verdiyse yiyip içmeye dışarı çıkıyoruz. Cappuccino İtalyanların sadece kahvaltıda içtikleri bir şey ama nasıl olabilir ki böyle bir şey? Namaz gibi; beş vakit olmalı... Kahvaltı dışında içenin turist olduğuna emin oluyorlarmış zaten. Turistiz sapına kadar!

Bugün şehir güneşli. Pencereden dışarı, sokağımıza bakayım. Panjurlarımız eski ve güzel, belki eski olduğu için bu kadar güzel. Gerçekten de, en bakımsız evler bile çirkin değil bu şehirde. Panjurlar bile, bizdeki gibi geneli kahverengi olan objeler değil; en güzel renkleri şehrin panjurlarında görmek mümkün. Bizimki mavi-gri arası, odamı boyamak istediğim ama bir türlü bulamadığım renk.



Via Garibaldi'ye çıkıp Castello'ya değil, Porta Susa'ya yürüyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz bir kafeye oturup brioche (unutanlarınız için: kruvasan. İtalyanlar her kelimeyi sesli harfle bitiriyor dolayısıyla bunu da 'briyoşşı' diye okuyorlar; fren yapamayan araba gibi hepsi.)

Garibaldi'den gelen geçeni izleyerek, midemizi de mutlu ederek oturuyoruz bir saate yakın... Sonra nereye gitsek? İlk iki gün epey bir yere gittik ama Parco del Valentino'nun çimlerinde henüz oturmadık. Öyleyse izleyeceğimiz plan, Garibaldi'den çıkıp Castello'ya devam etmek olacak. Önce Carlo Alberto Meydanına gidip Biblioteca Nazionale di Torino (Torino Milli Kütüphanesi) önünde banklarda yatıyoruz. Arkada müzisyenler Sinatra şarkıları çalıyor, kocaman bir köpek ve çok tatlı kızıl bir bebe geçiyor, biz de onları izleyerek vaktimizi eyliyoruz. İtalyanların telaffuz ettiği gibi 'zelfie' çekmeyi eksik etmiyoruz. 





kızıl bebe

dev köpek

Sonra Via Po'dan değil, ara sokaklardan nehre çıkmaya karar veriyoruz. İçmeye başlayabiliriz, bir süpermarketten bacon'lı cips ve bira alıyoruz. Kasada açıp yemeye başladığımız için Nisan kasadaki çocuklara ikram ediyor. Yemin ederim, turist olarak daha tatlıyız şu hayatta. 

Parka geliyoruz, parkta Altın Kızlar'ı görüyoruz. 




Çimlerde saatler geçirmeyi planlıyorduk esasında. Kitap okuyacaktık, belki biraz da kestirecektik ama yağmur başlıyor yine... 

Park, sonbaharda bu kadar güzel oluyor, eskilerden gelsin:

Eylül, 2010

Ufaktan kalkmaya başlıyoruz, ıslana ıslana parka gelirken gördüğümüz dükkana gidiyoruz. Yüzük, bilezik filan alıyoruz ve az ilerisindeki Drogheria'ya gitmeye karar veriyoruz akşam. Erasmus'ta haftanın üç dört akşamı aperitivo yaptığımız yer. Sekiz euro'ya bir içki alıp, sınırsız yiyebiliyorsunuz. Bir masaya salata, pizza, makarna, risotto, patates içeren çeşitler diziliyor ve tabağınızı alıp dilediğiniz kadar yiyorsunuz.

Eve dönerken istasyondan Nice biletimizi almaya karar veriyoruz, evet yarın Nice'e gidiyoruz! Şans eseri kendisi de Nice'e giden ev sahibimiz Sergio'dan henüz haber gelmediğinden (aslında gelmiş ve benim operatörüm bu mesajı bana yâr etmemişti...) Porta Nuova'ya uğruyoruz. Yarın saat 08:25'te Porta Nuova-Ventimiglia biletimiz hazır.

Akşam San Carlo Meydanında Petshop Boys konseri var. Traffic isimli müzik festivali kapsamında ve ücretsiz. San Carlo kendini aşmış. Via Roma isimli lüks mağazaların konumlandığı o klasik Avrupa alışveriş caddesini ikiye bölen çok şık bir meydan ve ücretsiz konserlere ev sahipliği yapıp duruyor, âlâ!

Eve gidip banyo yapıyoruz, yine güzel güzel giyiniyoruz ama Via Roma dolaylarından görünen hava şöyle, baş harfi 'y':


Vittorio Veneto Meydanına çıkıyoruz, Drogheria'ya geliyoruz ama Drogheria beni ilk kez bu kadar hayalkırıklığına uğratıyor. Bir tek içtiğimiz Rossini tatmin ediyor, yemekler çok bozmuş ya da bu sefer bize öyle denk geliyor. Yoo, tatsız karbonhidratlarla bu akşamı kapatmayacağız; istikamet Societe' Lutece! Via Po'dan Via Accademia Albertina'ya girince karşınıza çıkan Carlo Emmanuele II Meydanında. Çok zenginmişiz gibi, Erasmus'ta kur farkından en büyük kazığı yiyen ülke vatandaşı da biz değilmişiz gibi, Fransız ve Portekizli arkadaşlarımız burada paso makarna yerken biz Selen'le her seferinde antrikota yürüyorduk. Bu sefer de Nisan'la öyle yapıyoruz. Burada fark ediyorum ki dün akşam (Gün 2) Drogheria'ya bir Rossini içmek için uğradığımızı anlatmayı unutmuşum. Şu an neden hatırlıyorum? Çünkü orada pat diye önümüze çıkıp nereli olduğumuzu soran, öğrenince de Alevi bir arkadaşından ve Zazalardan bahseden, İtalyanca ve İspanyolca'yı aynı 'native'lik oranında konuşabilen sarhoş kadın yanımızdaki masada oturuyor. Aynı mekanda bizden çakmak isteyen ve lezbiyen olduğunu düşündüğümüz sarhoş İngiliz kız aklıma geliyor ki Torino'da bir sanat galerisinde asistanlık yapmaya başlamış ve Londra'dayken tanıştığı İstanbullu bir sanatçıdan bahsediyor ancak adını hatırlamıyor. Kültürel fırtına biraz fazla... Biz sanatçı kadının adını sorup tahmin etmeye çalışıp muhabbeti biraz uzatınca kız sinirleniyor ve "I don't fuckin' remember okay?? Fuck!!'' deyip hasbihalimizi sonlandırıyor... Neyse, yine bu geceye dönüyorum. Kadın o kadar sarhoşmuş ki dün gece, bizi hatırlamıyor ve masumca tuz istiyor, bizde de yok diyor ve önümüze dönüyoruz. Torino küçük yer-letteralmente. Yemeği ne büyük keyifle yediğimizi anlatamam, ancak sizin de yemeniz lazım, o zaman konuşuruz.


Societe' Lutece'de kasada ödeme yaparken sağınıza dönerseniz bu şirin palmiyeyi görebilirsiniz. Hatta ona tırmanan minik de bir adam? var orada. 

Yemek çok güzeldi, çok mutluyuz ve San Carlo Meydanına çok yakınız. On dakika sonra Petshop Boys konserinde VIP arkası ön sıradayız! Oh maşallah, açık havada ot keyfi. Milletin kafası rahat, rüzgar bonkör; herkese ikram ediyor.


Gariptir, kimse dans etmiyor? Biz de sahnedeki dansçıların hareketlerini taklit ederek eğleniyoruz. Hatta baya eğleniyoruz!





Aslında gecenin eğlencesi konser bittikten sonra başlıyor... Bizim durduğumuz yer, demirlerin hemen arkası. Bütün konser, yanımızdaki adamın önümüzdeki demire dayanmış bisikletinden dolayı demirlere yaslanamadık ama adam sonunda gidiyor ve biz de rahat ediyoruz. Asıl derdimiz demirlerin hemen arkasındaki, organizasyondan olan çocukları beğenmiş olmamız. Tabii, her akşam böyle bir hedef belirleyip kendi aramızda eğleniyoruz ancak o kadarla bırakıyoruz. Bu sefer (aslında kendi yazdığımız) makus talihimizi değiştirmek için yine farklı bir plan yapmıyoruz ama şu da bir şey: Herkes konser alanını terk ediyor ve biz demirlere yaslanmış, konser devam ediyormuş gibi takılıyoruz:



Çöp adam çizmeye kasamayıp insan kalabalığını karalama ile belirttim.

Neyse, konuşmaya karar veriyoruz hatta harika bir fırsat doğuyor: Sahneye çıkan bir kız İtalyanca Dora Meydanında after party olacağını söylüyor. İşte bu! İtalyanca anlamıyormuş gibi yapıp çocuklara kızın ne dediğini sorabiliriz. Ancak sorsam sormasam mı derken yine yeteri kadar içmemiş olduğum için soramıyorum ve Nisan'la bir bira almaya gitmek için arkalara gidiyoruz. Biramızı alıyoruz, çocuklara da bir yandan bakıyoruz -hala oradalar- ve keyif fotoğrafı çekiyoruz:




Bu şerefeden dileğimiz, arkamızı döndüğümüzde ya o çocukları ya da daha da güzellerini görmek. Derken, arkamızı dönüyoruz ve yaşlı, sallana sallana yürüyen bir amca bira satıyor, bize doğru yürüyor... Suratına patlıyoruz... Makus talihinle başa çıkamıyorsan eğlenmeyi bileceksin! Banklara yöneliyoruz ve oturuyoruz, çocukları uzaktan kesmeye devam ediyoruz. O sırada yanımıza bir apaçi topluluğu oturuyor ve bize bir şeyler diyorlar. Biz de göğe bakıp yakarıyoruz: "Önce bira satan amca, şimdi de bunları mı? Gerçekten, bunlar mı..."

Çocuklarla tanışmak için ne yapsak ne yapsak diye düşünürken, uzun süreli ve az sayılı ilişkilerimin  benim bu tip konularda kendimi update etmememe yol açtığına karar veriyorum, bunu Nisan'la paylaşıyorum, muhabbet ilkel yöntemlere geliyor. Hazır çocuklar demirlerin arkasındayken: "Muz filan mı atsak acaba?" Harbi, ne olur muz atsak? Tanışırız bal gibi? Bu işleri beceremiyoruz ama çabalıyoruz anlamında!

Neyse, sonra çocukların demirlerin arkasından çıktıklarını görüyoruz. Yeni süper fikrimiz, takip etmek. Elimizde biralarımız, takip ediyoruz. Via Giovanni Giolitti'ye dönüyoruz ve o sırada paralel evrendeki bir parazit bu evrene Richard ismiyle sıçrayıp bizi atağımızdan alıkoymak amaçlı karşımıza çıkıyor: "Ragazze, dov'e' il concerto finito?" Dov'e' mi? Konser nerede bitti diyor, niye böyle bir şey diyor? Sorunun saçmalığını göz ardı ederek, evet konser bitti diyoruz: "Si, e' finito il concerto." Richard ısrar ediyor: "Ma dov'e'?" "Ama nerede?" diye sormaya devam ediyor. O sırada arkada duran arkadaşları gülmeye başlıyor ve biz yavaştan uyanıyoruz, bizi trollemeye gelmiş meğer. Biz de o sırada çocukları gözden kaybedeceğimizden habersiz trolleniyoruz! Çocuk yaklaşıyor, elini uzatıyor ve "Sono Richard." diyor. Ben de elini sıkıyorum ve cevap veriyorum: "Nice to meet you but the concert is over." Çok sevgili Riççard'ın (böyle telaffuz ediyor kendisini) olduğu köşeden uzaklaşırken çocukları da göremiyoruz artık. Sokaklarda boş boş dolanıp, en son bir yere bira içmeye gidiyoruz.

Ben baya sinir oluyorum ama sebebi çocuklarla tanışamamak değil, demirlerin arkasında iki laf edebilecekken prensesliğe yenilip etmemek. En son Carlo Alberto Meydanına yürüyoruz ve Galleria Subalpina'nın merdivenlerine oturuyoruz. Manzara:


Teşekkürler Riççard.

Via San Tommaso'nun yolunu tutuyoruz, yarın sabah erkenden Nice'e yola çıkacağız.

Hiç yorum yok: