2 Eylül 2013 Pazartesi

1.


Yine yağmur yağıyor Leyla…  Ne çok severdin. Yağmur yağdığını fark edince bana bakıp gülümserdin, bahçeye ineceğini anlardım. Dudağımın kenarına ufak bir buse kondurur, koşa koşa inerdin merdivenleri. Ben de gidişinin bıraktığı yaseminli parfüm eşliğinde pencereye gider, yukarıdan seni izlerdim. Bazen öylece dolanır, bazen de bahçenin ortasına kurdurduğun salıncakta sallanırdın çocuk gibi. Gökyüzüne sebepsiz gülümsenebileceğini senden öğrendim. Başım dönerdi Leyla. Sana duyduğum hayranlıkla başa çıkamazdı gönlüm. Şimdi ise varlığına duyduğum hayranlık ile yokluğuna tutsak olmuş varlığım fena karışmış; kendimi bilemez olmuşum. Bak, yağmur yağıyor ve yine dışarıdasın işte. Yağmur yağıyor ve sen bu kez toprağa karışıyorsun…

Sen öldükten sonra yağan her yağmurda pencereleri ardına kadar açtım. Çünkü toprağın kokusunda sen olacaktın. Bildiğim kokun olmayacaktı ama işte… Belki, başucundaki selviye dolansın diye diktiğim yaseminin kokusu rüzgarla evimize kadar gelecekti. Aldığım nefeste sen yok musun diyecektim o zaman? Elbette olacaktın. O çiçeğin özsuyuna senden şerhalar karışmış olacaktı ve içim sana ait ve sana dair kokularla dolacaktı. Seni kaybettiğimden beri, inanır mısın, tabiata senin kadar itinalı davranmaya başladım. Bahçen gittiğin günkü kadar güzel. Görenler, gidişinin bende bıraktığı boşlukları bahçe işleriyle doldurmaya çabaladığımı düşünüyorlar. Oysa ben, senin ardından, neredeyse senin kadar güzel olan bahçene bekçilik etme vazifemi yerine getiriyorum yalnızca. Hem, bu çiçeklere bakıp da seni aklımdan çıkarabileceğimi mi zannediyorlar? Akılsızlar. Seni bazı sabahlar üzerine çiçekler bırakarak uyandırdığımı bilselerdi –ve sonra olanları- beni tüm çiçeklerden uzak tutmaya çalışırlardı.

Mercan ve Deniz beni neredeyse hiç yalnız bırakmıyor. Bunu, karısını yitirdikten sonra yalnızlığa tahammül edemeyen bir adamın evlatlarına duyacağı müdana ile söylemeyi arzu ederdim fakat büsbütün aksi: Yalnız kalmak istiyorum Leyla! Yani, seninle kalmak istiyorum. Benim yalnızlığım sana dair anılardan mürekkep ve ben, yetmiş dokuz yaşımda yalnızlığımı kana kana içmek istiyorum. Varlığından bihaber olduğumu zannettiğin mektupları yirmi dokuz senedir biliyorum. Bir seferinde içimdeki dürtüye dayanamadım ve en başından itibaren okumaya teşebbüs ettim fakat mektupların birinde hayalî bir el vardı sanki; sana duyduğum saygı ve çokçalarının budalalık addedeceği uçsuz bucaksız aşk merakımı alt etti ve o mektupta durdum. Yüzü suyu hürmetine, bunları okumadan da pekâlâ yaşayabilirim dedim… Belki de korktum. Önümde giremeyeceğim bir yol uzanıyor gibiydi ve adım gibi biliyordum: gönlüm senden geri dönemezdi. Giremeyeceğim bir yol önümde, dönemeyeceğim başka bir yol arkamda ömür boyu çakılır kalırdım Leylâ. Ve ben bu ihtimal uğrunda, o mektupları hayatımın sonuna kadar okumayacağıma dair bir söz verdim kendime. Ne ki sana bundan bahsedeyim. Fakat benden önce bu dünyayı terk edeceğini asla düşünemedim. Benden on üç yaş gençtin, Mercan ve Deniz’den farkın yoktu gözümde, yavrumdun. Şimdi, bir ufak sözüne dahi susuzken o mektupları aklımdan çıkaramıyorum. Cevap gelmeyeceğini bilsem de ismini sesleniyorum üst kattan, varmışsın da aslında evde yokmuşsun gibi hayal ediveriyorum… Seni görmeyeceğimi bilsem de yağmur yağmaya başlayınca bahçedeki salıncağa bakıyorum, sanki üzerinden yeni inmişsin de üst kata koşuyormuşsun gibi izliyorum boş tahtanın salınışını…Bekliyorum, burnuma hafif bir yasemin kokusu gelmesini bekliyorum… İşte o yüzden açıyorum pencereleri. Yağmurlu bir günde yasemin kokusu gelirse burnuma bilirim ki bahçeden yukarı gelen Leyla’dır o. Onu bekliyorum. O hiç gelmiyor… Yağmur gökyüzünden boşalırken, açık pencerenin başında gözyaşlarımla ona eşlik ediyorum…

Hiç yorum yok: