Brüksel’e taşınalı dokuz ay oldu, daha hiçbir şey yazmadım.
Birkaç majör olayda kendime ayıp olmasın diye günlüğüme bir şeyler karaladım
ama o günlük de yani… Üç ayda bir çıkan dergi gibi; dokuz ayda üç yazı.
İlk gittiğim günün akşamı.
Etterbeek, Brüksel.
Sonunda kovalayacak bir tema buldum: a’dan z’ye Brüksel.
TRT’ye program yapmıyorum, sizin Brüksel’e gelmeniz durumunda işinize yarayacak
şeyler yazmayacağım sürekli; canım ne isterse o. Bu durumda ilk yazıda gönül
isterdi ki Brüksel’de aşkı anlatayım ama birçok şey öyle onursuz yaşandı ki, bu
hikayeleri alfabenin sonuna sakladım: Brüksel’de ziyan olan aşklar. Yirmi sekiz
harf daha ziyan mı yaşanacak, orası kısmet. Hikayeleştirerek anlatırım belki, aksi takdirde çok kişisel olur.
Arkadaşlardan başlayayım dedim. Özet geç derseniz, kolay
olmadı ama güzel oldu. Arkadaşlık demek yaşınız kadar yılın emeği demek; bunu
gönüllü ve karşılıklı bir yatırıma benzetiyorum büyüdükçe. Yabancı bir ülkeye
gidince bu anlamda neredeyse sıfırdan başlanıyor. Bu gün sahip olduğunuz çevrede,
okuduğunuz okulların çok büyük etkisi var. Böyle düşününce, bir ülkede hiç
okula gitmemiş olmak eksi bilmem kaç arkadaş demek oluyor.
Başlangıçta, 2015’te rast gele tanıştığım Brüjlü biriyle
nispeten sık vakit geçiriyordum. Özet geç derseniz, kendisi bana araba
kullanmayı öğretti. Önemli bir misyon. (Belki kendisine z harfinde de biraz
değiniriz.)
Araba kullanabilmeye öyle anlam yüklemişim ki, aşağıdaki
fotoğrafı çekmiştim Belçika’daki ilk parkım diye.
Biraz arka plan: 2008’de ehliyetimi aldıktan sonra hiç araba
kullanmadım. (ayrıca bkz. Türkiye’de ehliyet almak) Belçika’ya gitmeden önce
İstanbul’da on ders almıştım ama gittiğimde, bir arabanın içinde tek başıma
oturmuş ve onu sürmüş değildim. 1 Eylül Perşembe günü işe başladığımda, bir iş
arkadaşım beni evden aldı ve topuklu
ayakkabı giydiğim bahanesiyle o gün arabayı teslim almayıp yine onunla
Brüksel’e döndüm. Ertesi sabah beni alacak kimse olmadığından trenle işe gittim
ve akşamı beklemeye koyuldum. Derken, Brüjlü arkadaşım iş çıkışı arabasız gelip
benimkinde yanımda oturmayı kabul etti. O gün, Aalst’tan Brüj’e, Belçika’daki
ilk sürüş deneyimimi yaşamış oldum. Ertesi gün ise saatlerce Brüj içi araba
kullanımından sonra Brüj’den Brüksel’e (100 km) tek başıma döndüm. Yol boyunca
kafamı kıpırdatamadığım için radyoya da elimi götüremedim. Sonuç: Belçika
marşları benzeri şarkılar çalan bir radyo istasyonuyla yeni memleketime ısınma
turları.
Bir ay sonra o arkadaşımla iletişimimiz yavaş yavaş kesildi
ve Brüksel’de birileriyle tanışmam gerektiğini fark ettim. Ve bir koroya
katılmaya karar verdim! Bir Cuma akşamı, Brüksel’de ne kadar koro varsa
Google’dan bulup inceledim ve bir tanesinin ertesi sabahki seçmelerine gitmeye
karar verdim. Veeee bir gay korosunun seçmelerinde buldum kendimi, önceki gece
fark etmemişim. Binada rengarenk bayrak sallanıyor, dahası neredeyse gelen
herkes rengarenk. Girmek için gay olmak gerekip gerekmediği sorusunu en düzgün
biçimde sorup beklediğim hoşgörülü cevabı aldım, seçmelere katıldım ve
seçildim! Hangi şarkıyla? Nat King Cole’dan L-O-V-E, parmak şıklatmalı. Ve ilk
sosyal ortamım bir gay korosu, ismen Tapalanote, olmuş oldu. İlk konseri de üç
ay sonra aralıkta verdik. (Ben turunculardanım.) Bir kağıda Fransızca şarkılardan
bir tanesinin Türkçe telaffuzunu yazıp herkesi çok şaşırtmıştım. Nasıl öyle
yazabildiğimize inanmıyorlar. Ben de onların nasıl öyle yazdığına inanamıyorum zaten.
Bu tatlı koronun çalışmalarına mart ayından beri ne yazık ki
gidemiyorum, haftada iki gün Fransızca kursu programımı baltalamış oldu.
Çok sevgili direktörümün hediyesi olan şu kitapta
meetup diye bir sosyal platform bulup tek başıma gidebileceğim aktiviteler
buldum. Ekim ayına tekabül ediyor galiba.
İlgi alanınıza göre bir sürü event bulmak mümkün. Ben
Cumartesi sabahları bir kafede kahve içmek ve sohbet etmekten ibaret olan bir
Expat Club eventiyle açılışı yaptım ve şu an Brüksel’deki en yakın
arkadaşlarımla tanışmış oldum.
O sabahı hatırlıyorum. Üf şimdi ‘hellooooo’ diye ortama mı
dalacağım diye kendi kendime darlanıyordum. Kafeye girdiğimde yirmi kişilik bir
grubu gördüm ve kahve sırasına yöneldim; take-away deyip kaçacaktım. Neden
sonra vazgeçtim ve kendimi zorlayıp bir gruba merhaba dedim. Ve o deyiş! Neredeyse
herkesle konuştum ve günü daha küçük bir grupla başka bir yerde devam ettirdim.
O gün bugündür de çekirdek grup hiç dağılmadı. Bu şehrin bana öğrettiği en
önemli şey şu oldu sanırım: fortune favors the brave. Her nerede olursanız olun
hiçbir şeyden çekinmeyin, bir merhaba hayat değiştirebiliyor.
O gruptan Doruk, en büyük şanslarımdan
oldu desem yalan olmaz. Çok iddialı laf belki ama, dünyanın neresinde olursa
olsun her Türk kızının yanında bir Türk erkeğine ihtiyacı var galiba. En iyi wing-man.
xxx
Bu expat grubu hep bir
devinim halinde, Coffee Morning’e gelen yeni insanlardan sevdiklerimizi
grubumuza davet ediyoruz. (Böyle deyince garip ve çok seçici tınladı ama görseniz hak
verirdiniz.) Başka yerden tanışıp sevdiklerimizi de Coffee Morning’e davet
ediyoruz.
Kız gruplaşması da olabiliyor tabii zaman zaman. Aşağıdaki kare bir gossip brunch’tan. Altı saat sürdü! Soldan sağa
Cansın, Souha, ben ve Laura.
Bu gruplarda ne konuşuluyor
derseniz, elbette İngilizce. Ama Fransızca da öğreniyorum. Fransızca’yı
seçmemin sebebi Brüksel’de Fransızca konuşulması ve Felemenkçe’ye (veya
Hollandaca’ya) içimin ısınmaması. Taşındıktan beş ay sonra, şubat ayında bir
üniversitenin kursuna başladım. Haftada iki gün, toplam altı saat olmasına
rağmen maalesef siparişlerimi hala İngilizce veriyorum, tembellik galiba. Bir
de ardından gelen Fransızca karşılığı anlamadım mı zaten İngilizce’ye dönüyor
konuşmalar. -_-
Neyse, epey komik bir
sınıfımız var. Çok uluslu. Aşağıdaki fotoğraf, İtalyan bir arkadaşımın bizi
götürdüğü pizza lokantasından: Il Sorriso, Etterbeek.
Bunlar dışında, Mart ayında Rotaract’ın Brüksel’deki
uluslararası şubesini buldum ve Doruk ile bir toplantıya gittik. Programlarına
biz yetişemesek de yetişebildiğimiz kadarıyla onları da seviyorum. Her daim bir
şeyler yapan bir insan grubu. Öyle oldu mu, bir şekilde ‘feels like home’.
Ekstraları da yok değil. Kayıp bir Cuma gecesi Rotaract’la
içmeye çıkıldığında ne kadar çok seveceğimden habersiz olduğum bir kızla
tanıştım mesela. İtalyan çocuklarla gelen, onların eski ev arkadaşı Katja.
Alman. Konuşmamızın başında, bir önceki
gün Ankara’da bir milletvekili mahkemesine manevi destek için gittiği, gurur
duyulası bir işi olduğunu öğrendim. Bütün gece muhabbet edip, nihayetinde masanın
üzerinde dans eden arkadaşlarımıza aynı gülümsemeyle bakıyorduk.
Türkiye'den bir arkadaşım beni ziyarete geldiğinde isim taktı kıza:
Bıcır Reyiz. Daha kendisine açıklayamadım ne demek olduğunu. Çok seviyor konuşmayı, her zaman anlatacak bir şeyleri var.
^^
Birkaç Polaroid. Hashtag’lerin açıklaması hem çok uzun
hem çok saçma.
Bıcır Reyiz fotoğraf çekiyor. Hallerbos’tan bir kare.
Yılda sadece Nisan ayında iki hafta mor çiçeklerin açtığı bir orman.
Sadece
bu kadar değil tabii... Brüksel’de misafirim olan asıl arkadaşlarla bitireyim
yazıyı. D harfinde olmalı aslında bunlar, dostlar.
Hüsnü.
1990’dan beri.
Dilara.
2010’dan beri.
Nisan.
2005’ten beri.
Merve.
2003’ten beri.
Tümer. 2011’den beri.
Ve son olarak her şeyin birleştiği kare. Kuşadası, lise,
Brüksel arkadaşlıkları... Amsterdam dönüşü benzin istasyonu molasından; yazıya
başlarken tarif ettiğim, araba kullanırken kafasını bile oynatamayan Melis’in,
arkadaşlarını Brüksel’den Amsterdam’a götürüp geri getirdiği gezi. İnsan
öğreniyor azizim!
Bir sonraki harfte görüşmek üzere.