17 Eylül 2012 Pazartesi

kestane


İstanbul’a her bok attığımda bana en güzel günleriyle geliyor. Geçen Çarşamba da öyle oldu. Oysa aylar sonra İstanbul’a gelmişken hissettiğim yine şuydu: İstanbul her gün yeniden açılan bir okul ve insanlar çocuklarını almaya gelmiş telaşlı veliler. Her gün bir ilk gün kargaşası. Üç gün boyunca küfrettim, dördüncü gün ise bokun üzerine konan bir kelebek gibiydi, güzelliğine laf edemedim.

Öğlen on ikide iki aydır görmediğim Emir Bey’i görmeye Beşiktaş’a gittik, Meltem Hanım ile. (Emir’le ilgili herhangi bir şeyde Bey-Hanım kullanımı işten değil.) Köfteci, ardından çaycı derken bir yandan da iş görüşmelerinden yola çıkan hayat analizlerimizle öğlen ikiyi ettik. Emir Bey yanımızdan ayrıldı, biz Meltem Hanım ile sahilden yürüyelim dedik. Hiçbir şey alacağımız yoktu ama Kabalcı’ya girdik, yerli yersiz her şeye baktık. Sonra çıktık, yürümeye devam ettik. Yıldız Parkı’nın oradan geçerken, ‘Parka çıkalım mı?’ diye sordum Meltem’e. (Emir Bey hikâyeden çıktığı için olsa gerek Bey-Hanım kullanımını otomatik bıraktı dilim.) Az biraz tırmandıktan sonra birkaç bank gördük, Meltem oraya oturmayalım dedi, ağaçların altındaki taşlara doğru yürüdük. Kestane ağaçları maşallah, döktürüyordu. Bir ara dedim, bunlar kafamıza düşerse sıkıntı. Hayat analizleri bir yandan, parkın güzel havasıyla muhabbet derinleşmişken yerden bir kestane alıp Meltem’e verdim, şans kestanesi. Ben de kendime aldım bir tane, üzerine 12.9.12 tarihini kazımaya başladık anahtarla. O sırada ufak bir çocuk geldi yanımıza, annesi de uzaktaki kütüğe oturdu. Kumral, kıvırcık saçlı, yeşil gözlü, yuvarlak gözlüklü ve üstüne bir de alnında yara izli bir çocuk. Adını soruyoruz, söylemiyor, annesi de telefonda. Ben yara izinden mütevellit çocuğa Harry Potter demeye başladım. Belki o yüzden, belki de üçüncü kez soruşumuzdan adını lütfetti: Pietro Eduardo. Meltem’le bir bakıştık, ben de Soledad Moledad diye dalga geçiyoruz. Hangi dilleri konuşuyorsun, diye sorduk. İngilizce, İtalyanca diye saymaya başladı çocuk. Meltem ‘Aa Melis de İtalyanca biliyor’ deyince ben çocuğa İtalyan mısın dedim, cevap olumlu. Annesi bunu duydu, yüzyıllık sessizlikten fırlamış gibi yanımıza geldi, başladık İtalyanca konuşmaya. Venediklilermiş, kocasının işi için İstanbul’a taşınmışlar. Bu sırada Eduardo yerden kestane toplayıp vermeye devam ediyordu, annesi de ‘Eduardo kendisine İtalyanca konuşan Türk sevgili buldu’ diye şakalar yaparken elimdeki kestaneler için ‘Bunlar da evlilik sözü’ diyecektim ama aklıma gelmedi. O sırada Meltem Fransızcasını söyledi, kadın da başladı Meltem’le Fransızca konuşmaya. Meğer kadının babaannesi Fransız’mış, Eduardo da burada Fransız ilkokuluna gidiyormuş, altı yaşındaymış. Burayı çok seviyormuş ve dahası kendisini Türk gibi hissediyormuş. Bu bilgiye sevinsek mi üzülsek mi bilemesek de konu kadının Eduardo’ya Türkçe konuşacak birini aramasına geldi, o birinin İtalyanca da biliyor olması herhalde paha biçilemez oldu onun için. Haftada bir saat Eduardo’nun Türkçe kitaplarını, Galata’daki evlerinde(!) onunla birlikte okumak için ne kadar isterdim peki? Bu soru karşısında bir sessizlik oldu bende. Birincisi, böyle şeyler için ne kadar para istenir bilmiyorum. Cidden, sizce ne kadar istenir? Matematik dersi vermeyeceğim sonuçta. İkincisi, ben de oraya gittikçe İtalyanca konuşacağım ve ideal bir dünyada karşılıklar bu şekilde ödenmiş sayılabilir. Üçüncüsü, belki de bu aileyle iş ilişkisindense arkadaş olmak istemiş olabilirim. Dördüncüsü ve belki de en önemlisi, Eduardo’ya gerçekten yardımım dokunduğunu görürsem bu işe bir paha biçebilirim ama öncesinde değil. Bu düşünce fırtınalarında, geleceğin dört dilli muhtemel diplomatı Eduardo da çiçeklerle saldırgan bir oyun oynamaktaydı. ‘Bir şey istemiyorum aslında, sonra da konuşabiliriz. Zaten ben çalışmaya başlayacağım yakında.’ deyiverdim. Kadın şaşırdı. ‘Yani ben de size geldikçe İtalyanca konuşacağım, benim için de iyi.’ dedim. Kadın yine şaşırdı. Nasıl yanili gözlerle ‘O zaman ben de sizinle aynı süre İtalyanca konuşacağım, başka türlü olmaz.’ dedi. Ben de ‘Tamam tamam bakarız.’ dedim. Sonra Eduardo Meltem’le benim elimden tutup tepeye doğru sürüklemeye başladı, bir noktada telefonlarımızı alıp Eduardo ve Maria’yla vedalaştık. Yıldız Parkı’nın ortasında, İstanbul’un İstanbulluğuna rağmen gerçekten de mutluydum. Venedikli bir ailenin Galata’daki evine haftada bir saat gidecektim, İtalyanca hayatıma yeniden girmişti. Meltem de Paris’te geçirdiği aylardan sonra Fransızca konuşmanın mutluluğuyla yanımdaydı. Dış dünyaya, ‘Neden para istemedin gerizekalı?’ diye soran arkadaşlarımla döndüm günün sonrasında. Bunun için birkaç sebep olabilir. Birincisi, kadın para ödemeyi o kadar çok istedi ki birkaç hafta sonra Eduardo’ya bir yararım olduğunu görürsem ben de hak ettiğimi düşündüğüm miktarı isterim. İkincisi, muhtemelen oradan sonra kadınla bir o kadar süre İtalyanca konuşacak vaktim olmayacak ilerleyen zamanda. Ödeşmeyi başka türlü gerçekleştirmek için paraya geçiş yapmamız zaten gerekecek. Üçüncüsü, hayatım yoksullukla geçmiş olsaydı belki paranın ne demek olduğunu daha iyi bilirdim de çat diye para meselesini konuşur hallederdim, bu da özeleştirim olsun. Daha genel konuşacak olursam, para mevzuundan nefret ediyorum. Bilinçaltımda bu konuda epey sıkıntılar var. Para konuşmayı, para ödetmeyi, para hesaplamayı hiç sevmiyorum. Bazı şeyler o kadar tatlı ki işin içine hemen para karıştırmasam daha iyi hissediyorum. Çoğu kimse bunu anlamaz, o ayrı. Neyse, İstanbul bazı günler güzelim İstanbul. ‘O da beni seviyor!’ diye sevinmeyi eksik etmiyorum içimden.

                                

Hiç yorum yok: