1 Ağustos 2010 Pazar

son olamayacak kadar, son olamayacak gibi

-Ee, okul bitince dönecek misin İzmir'e?
-Hayır. Hayır! Ya İstanbul, ya da İstanbul.

Bir gün bile koşa koşa gidemedim bu şehirden. Oysaki Kuşadası'na gidiyorum şimdi, sonra da Çeşme'ye. Ama hissiyat buruk. İstanbul, peşinden koşturan piç sevgili. Başka şehir ne yapsa boş, hayat orada başlamışsa bile. O yüzden piç zaten, herkesin pabucu dama o varken.

Dün gece ve bu gece. Gidişlere yaraşır güzellikte. Ecem'le önce Mano'da yiyip, ardından Asmalı'da içecek, sonra da Başar'a çay içmeye gidecektik; Tufan'a da bir uğrayıp. Sonra, Yiğit Yemez'e de uğrayalım dedik arayınca, orada da biraz içer, sonra Başar'a giderdik. Giderdik gitmesine de ne biz kalkabildik, ne de Yiğit bizi bıraktı. James de çay keyfindeydi geldiğimizde, bana şiir bile yazdı. Saçlarımın ne kadar uzun olmasıyla başlayıp İtalya'ya gitmemem gerektiğine kadar. Her şeye rağmen, gecenin tatlısı o.

Böyle ev görmedi gözüm, gerçi çocuğun odası dışındaki alan evden ziyade, ev olmaya aday inşaat hala ama muhteşem. Tüm İstanbul'a sahip bir ev, her şeye bedel olmaz mı? Gökyüzüne baktığında görmüyorsan binaların bir parçasını bile, dokunabileceğin kadar yakınsa lacivert; o kadar uzaksın şehrin tarrakasına.

Duvara çıkıp İstanbul'a karşı sallanmak özgürce, güzel bir hoşçakal oldu ona. Güzel müzikler dinleyip, o çok güzel müzikler eşliğinde uyuyakalmak da. 'Claire de Lune' ne zaman çalsa gözlerimin yaşarmasından utanmıyorum. Hatta yıllar sonra da böyle olsun, saklamayı seviyorum. Hem de elle tutulmayan şeyleri saklamayı; ölesiye.

"Küçükken biri alnınıza dokunup, saçınızı okşayıp sevgi veriyordu size." Evet öyleydi.. Dün gece de küçüktük o zaman biz. Şimdi'nin akmasını seviyorum. Oradan oraya damlamak değil; uzamak gibi, her şeyi içine almak gibi. Zaman doğrusunda mıhlanıp kalmayınca işte.. Öyle bir geceydi dün; İstanbul'daki son gecem için güzel bir nokta, çemberinde de güzel insanlar seçmiş evren bana. Ya da, 'güzel hayvanlar' mı demeliyim Yiğit gibi? Sanki. Sanki bu daha sıcak.

Hiç yorum yok: